Tuesday, August 28, 2007

Geçmiş Zaman Portreleri -1 : Yeşim Salkım


Akşam Gazetesi'ndeyken pazar günleri her hafta bir ünlünün portresini yazmıştım bir süre... O yazıların çoğunluğu gazetenin web sitesinde yer almıyor bugün... Ben de onların 24 saatlik ömrü olan bazı kağıt parçalarının üzerinde kalıp unutulmasını pek istemiyorum sanırım. Bu yüzden arayıp buldukça onları sırayla bu başlık altında buraya aktaracağım. O yazıların her biri için yaptığım kolajları da bu sayfalara taşıyorum. İlk olarak güncelliği vesilesiyle Yeşim Salkım hanımın portresi geliyor. Aslında kendisi hakkında birden fazla portre çizmişliğim var. Sıraları gelirse onlar da buraya aktarılacaklar.

Her daim hacıyatmaz, her daim Yeşim Salkım

Yeşim Salkım döndü. Yine döndü, yeni döndü, yeniden döndü. Bu kez başrollerinden birini üstlendiği Seher Vakti dizisiyle döndü aramızda. Ama asıl dönüşü bugünlerde piyasaya çıkan Ayna adlı albümüyle olacak. Ayna’nın sahibi o olunca, aynada ondan başkasını görmek mümkün mü? Arada bir yok olmasıysa, her hacıyatmazın arada bir yere eğilmesinin yarattığı illüzyondan başka bir şey değil.

Perihan Mağden su yüzüne çıkarmamış olsaydı belki seslerini bu kadar anlaşılır işitmeyecektik ama bu memlekette her daim bir “Babasız Kızlar Korosu” vardır, var olacaktır da.. Ama sanmayın ki onlar, Mağden’in insan ruhunda ağır hasarlar yaratan şiirinde olduğu gibi “Babamız bizi sevmedi/ Çirkiniz çirkiniz” diye diye dolanıyorlar çevremizde... Ömür boyu devam eden bir “Dünyadan bîhaber liseli kız sendromu”dur onlarınki. Ne derseniz deyin onlar hakkında, hemen cevabı yapıştırırlar: “Hayır, hiç bileeee... Söylediğinin tam tersi....” Çünkü onların ağzından “Ben, hoş, güzel bir kadınım. Kendimi çok beğenirim. Güzelim, akıllıyım, zekiyim” dışında bir laf almaya muktedir bir “Maestro” henüz gelmemiştir bu diyarlara...

Yeşim Salkım, sayanları varsa kaçıncı kez olduğunu biliyorlardır, aramıza geri döndü. Son gidişi daha dünmüş gibi geliyor olsa da bazılarımıza, ama bakın o işte yine aramızda! Bu kez “daha bizden”, “daha hâlden anlar” gibi, daha “gönüleğen” bir havası var. Bu kez bedeli aylık bir milyar 800 milyon lira da olsa kirada oturuyor. Bu kez “daha sakin”, “hırslarına daha az teslim olmuş” izlenimi yaratmaya hevesli. Zaten maddi dünya ne ola ki? O artık Kuran okuyor, namaz kılıyor ve dahi kendisine seccade bile “satın almış” durumda. Ama ah şu “kolektif bilinç dışı”nın olduk olmadık yerde patlak veren çığlıkları yok mu? Bir köşeye saklanmış Yeşim Salkım’ı bekliyor olmalılar, başı sıkıştı mı kendisine eşlik edebilmek için: “Babamız bizi sevmedi/ Cümlenizin hakkından geliriz”.

Yeşim Salkım’ın adı bugüne kadar birbirinden varlıklı dört-beş insanla anıldı. Bunların içinde en “malûm”u Hakan Uzan. Uzan İmparatorluğu’nun sabık liderlerinden biri yani. Hani şu insanları “robot oyuncak köpekler”le filme aldığı iddia edilen ailenin küçük oğlu. Hani şu “şarap mahzeni” yerine “şarap madeni” sahibi olmak istemiş kişilerden biri. Yıllarca birlikte çalıştıkları kişilere kan kusturduğu iddia edilen bir ailenin “küçük” mirasçısı. Bu aileden, bu ailenin “en acımasız ikinci oğlu” olduğu varsayılan kişiden, sıyrık almadan kurtulmak ve dâhi giderken yanında götürdüğü her türlü ganimetin bir zerresini bile geri vermemek hangi babayiğidin harcı olabilir? Babanızın yiğit olması yetmez bu kudrete! Ancak “Babasız bir kız”, hadi bilemediniz “Babasının küçükken terk ettiği bir kız” olmak icap eder. Lakin o da gerekmeyebilir, sadece Yeşim Salkım olmanız yeter.

Yeşim Salkım bir şarkıcı nihayetinde. Ya da başlangıçta öyleydi demek daha doğru. Müzikseverlerin ismini gayet iyi hatırladığı bir müzisyenin, Dursun Salkım’ın kızı. Yeşim Salkım’ın adını, sesini ilk duyduğumuzda bile nakledilen bir vaziyet bu: Yeşim Salkım, Dursun Salkım’ın küçükken terk ettiği kızı. Bu “kişisel trajedi”den pay çıkarmak, bunu ısıtıp ısıtıp insanın önüne sürmek insanlık vazifesi değil elbette. Ama n’aparsınız ki insanoğlunu zayıf karakterli yaratmış yaradan. Birinden korktu mu, çıkarıveriyor zulmünü, geçiriveriyor karşısındakinin pençesine. O hiç inmeyen, karşısında kim olursa olsun aşağılarda süründüren “kaş darbelerini” gördü mü birinin yüzünde söylemeden edemiyor mütemadiyen, “gözünün üzerinde kaş var” diye...

O kaş ki hiç baş eğmiyor. Eğmesin, ne güzel! O kaş ki hiç yıkılmıyor, bir hacıyatmaz gibi hangi darbeye maruz kalırsa kalsın bir süre sonra tekrar yukarıya kalkıyor ve ha bire karşısındakine çatıyor. Sokaklarda büyüyen çingene çocuklarının çok sık hastalanmadıkları rivayet olunur. Çünkü sümüklerini yerlermiş doyasıya. İnsanın sümüğünde insan bünyesini mikroplara karşı dirençli kılan antikorlar mevcutmuş. Ya da buna benzer şeyler. Belki de insan kendi bünyesinden çıktığı insanlardan gelen zulmü sindire sindire, dünyanın zulmüne karşı daha dirençli oluyordur zamanla. Ama diren diren, nereye kadar? İnsan çektiği acıları bir kaş darbesiyle, bir ok misali yansıtmayacaksa çevresindekilere, direnmek neye yarar?

Eğer içinizde “onmaz bir yara”, “kapatılmayacak mazi boşlukları” mevcutsa, bu mevcudiyet sizi korkak kılıyorsa, sığınabileceğiniz tek şey “güç”tür. Bu gücü içinizde bulamıyorsanız, bu güce sahip insanları bulursunuz. Artık dört kişi mi olur, beş kişi mi, bunu sizin korkularınızla marifetinizin ters orantısı belirleyecektir; o insanların gücünü, kendinizin kılarsınız. Şarkı söylüyorsanız şarkınızı söylemek, plak doldurmak size yetmez plak şirketinizin olmasını istersiniz. Film çeviriyorsanız, film çevirmek size yetmez, “En iyi oyuncu olmak”, olamadıysanız “En iyi oyuncu ödülü almak” istersiniz. Ait olduğunuz “koro”nun size vokal yaptığı bir dövüş kulübünde ringde savaşıyor varsayarsınız kendinizi. Size yöneltilen her yumruk “çocukluk acılarınızın oluşturduğu pazılarınız”ı bulur karşısında, çocukken aldığınız darbelerin ördüğü zırha çarpar ve dahi sahibine geri döner. Çünkü bugüne kadar hiçbir hacıyatmazın yere yıkıldığı görülmemiştir bu civarlarda. Civar dediğiniz de siz ve aynanız ya da aynanızın gösterdiği siz ve sizin göründüğünüz aynanız...

O ayı yavrusu 'ben'im... Hayır 'ben'im! Yok daha neler asıl 'ben'im...


Bir takım insanlar tarafından sopayla dövüle dövüle öldrürülen ayı yavrusuna ithafen... Yukarıdaki resme ilaveten bir de buraya tıkladığınızda okuyabileceğiniz yazı var...

Sunday, August 05, 2007

Köşe yazarı olmanın yararları ve zararları

Bu ayki Billboard'da yayınlanan köşe yazımın (öhhö öhhö...) kesilmemiş versiyonu aşağıda yer alıyor arkadaşlar...

Liste yapmanın yararları ve zararları
Billboard’un dilimizdeki anlamı “ilan tahtası” demek, biliyorsunuz. “Kayıp aranıyor” ya da “Köpeğimi bulana gül bahçesi vaat ediyorum” tarzı ilanlar değil sözünü ettiğim… Bir şeylerin kendi aralarında tasnif edilip, sıraya dizildikleri sonuçlar... Bu ilan tahtasının adı “Billboard müzik dergisi”yse eğer, takdir edersiniz ki birbiriyle yarışanlar her daim şarkılar ve şarkıların yer aldığı envai çeşit eserler oluyor. Benim her ay birbiriyle alâkasız yapıtları birbiri ardına sıralamamın nedenine gelince… İşte o tarifsiz bir “görev aşkı”ndan kaynaklanıyor.

Bu ay listeleme hadisesini daha geniş bir çerçeveden ele alıp, olayı 10 yıllık dilimlere yaydım. Maksat bu satırları okuyanlara “Yuh artık! Onun hakkı değil, benim sevdiğim şarkının hakkıydı birincilik” dedirtmek. Listelerin en büyük yararı da budur zaten; polemik yaratırlar. Kimsenin zevki diğerininkine benzemez ne de olsa. Ortada kesin satış rakamları dahi olsa -ki ülkemizde bu kesinlik hiçbir zaman elde edilemeyen bir meseledir- ortaya çıkan sonuçların herkesi birden tatmin etmesi imkânsızdır. Bu yüzden her liste, biraz da kendini belirleyen(ler)in aynası sayılır.
Gelelim bu ayki listelerimin konusuna… Bu ay sizler için 1960’lardan başlayarak, günümüze kadar her 10 yıla damgasını vurmuş (bana göre tabii ki) yabancı şarkıları seçtim. (Gelecek ay kim bilir belki de yerli şarkılara yöneltirim oklarımı…) O şarkıların isimleri aşağıdaki beş ayrı zaman diliminin içinde yer alıyor. İnanmayacaksınız ama ilk kez bencillik yapmayacağım ve sizin de bu konudaki seçimlerinize kulak kabartacağım. İsteyen arkadaşlar, kendi listelerini yukarıda yer alan mail adresime atabilirler, isteyenlerse www. atillaaydogdu. blogspot. com adresine girerek bu yazının yer aldığı entry’nin altında göreceği yorum kısmına listelerini bırakabilir. Bu arada başka konularda da kendi listelerinizi yapıp bana gönderirseniz, ileriki sayılarda hem onları yayınlama fırsatımız doğar, hem de kim hangi konuya takıp üstüne bi’ güzel de sıralamış anlamış oluruz. Unutmayın; liste yapmak özgürlüktür arkadaşlar! Bu yüzden sıralayın gitsin…

1960’LAR: 60’lı yıllara damgasını vuran şarkı, doğal olarak hem o 10 yıla, hem de müzik tarihine damgasını vurmuş bir gruptan gelmeliydi. Ben de öyle yaptım ve The Beatles’ın “She Loves You”sunu seçtim. Bu şarkının Türkçe versiyonuna eski yerli filmlerde rastlayanınız olmuşsa “She Loves You Yeah Yeah Yeah” mısralarının nasıl da “Fasulye ye ye ye”ye dönüştüğünü gayet iyi bilir.

1970’LER: 70’li yılların, özellikle ikinci beş yıllık diliminde, insanlar gözleri parlak disko ışıklarından kamaşmış bir halde, sol elleri bellerinde, sağ işaret parmakları tepelerinde, çılgınca dans ettiklerini sanıyorlar, kısacası ne yaptıklarını pek de idrak edemiyorlardı. Diskoların tepesinde yer alan yanar-döner topların en çok ışıldattığı şarkı da bana kalırsa Gloria Gaynor ve hâlâ her yerde çalmaya devam edip duran şarkısı “I Will Survive” oldu. Bizim Süperstar’ımız Ajda ise, Fikret Şeneş’in harika Türkçe sözleri sayesinde bu şarkıyla “Bambaşka Biri” olup çıkıverdi.

1980’LER: 80’li yıllar kimine göre kabus, kimine göreyse eşi benzeri olmayan bir 10 yıl oldu. 80’ler tüm dünyada aynı anda hit olan şarkıların 10 yılıydı bir anlamda… Madonna’yı yeni yeni tanıdığımız, Michael’a global bir törenle taptığımız, Pink Floyd’dansa ufak ufak kaçtığımız 80’ler deyince benim aklıma gelen ilk şarkı “Billie Jean”… Söyleyense Maykılcaksınımız…
1990’LAR: 90’lı yılların tartışmasız galibi “Smells Like Teen Spirit” tabii ki. Nirvana üçlüsünün, erken kaybettiğimiz ve belki de bu yüzden sonsuza dek yakışıklı kalacak olan Kurt Cobain’in bu şarkısının üzerine koca 10 yıl içinde tek taş koymayı başaran sadece Radiohead çıktı belki ama bu ayki konumuz şarkılar ve Nirvana bu alanda her daim en büyük!

2000’LER: Henüz ilk yedisini devirmeye hazırlandığımız Milenyum’un ilk 10 yılında benim aklımda kalan üç-beş şarkının başında şimdilik “Crazy” geliyor. Gnarls Barkley’in, “sadece download edilerek listelerin başına yerleşen ilk şarkı unvanı”nı elinde tutan “Crazy”si, tıpkı Hababam Sınıfı müzikleri gibi yavaş çalınınca hüzünlendiriyor, hızlı çalınca insanı neşelendiriyor. Haksızsam siz söyleyin…

Vecihe çıkar sahneye... Ve-ci-he... Ve-ci-he...


Vecihe Aslan... Daha doğrusu 6 Mayıs 2007 tarihinden beri: Vecihe Aslan Sözeri... (Vecihe'nin Gökhan'la nikahlandıkları tarihi atlayıp cümle aleme rezil olmam ise alnımın karası olarak vücut tarihime geçmiş bulunmaktadır.) Akşam gazetesinin Hakk'ın rahmetine ermiş eki Pencere'nin son yazı işleri müdürü. Şimdinin Hafta Sonu dergisnin yazı işleri müdürü. Benim, kendisini çok çok çok, annesini ise daha daha çok sevdiğim canım kardeşim. Vecihe geçen hafta eski yaşından sıkılıp bir yenisine transfer olmak istediğinden biz de onu doyasıya pasta yiyebilsin diye Degüstasyon'a götürdük. (Yaşlar arası transferle pastanın alakssını kurmaya çalışmayın boşuna. Kurulabilseydi ben kurar size söylerdim.) O gecenin hatıralarını söz verdiğim üzere;(ki genelde tutmadığım bilinir sözlerimi) az sonra vereceğim linke tıkladığınızda açılacak sayfaya yerleştirmiş bulunuyorum. İşte veriyorum: Link. İlgilenenler sayfadaki resimlere de tıklamayı unutmasın, zire her biri kocaman kocaman açılacaktır yeni bir sayfada...

Açıklıyor ve uyarıyorum: Küresel ısınma en çok televizyon izleyicilerini etkileyecek

Ben ne diyorsam o! İnanmayan tıklasın ve okusun...